Oğlum bana sordu: “Anne, hiç gülümsüyor musun?” Ne cevap vereceğimi bilemedim…
Lavabonun başında, akşam yemeğinden sonra bulaşıkları yıkıyordum. Su akıyordu, köpük tabakların üzerinde kayıyordu, kafamda yarının yapılacaklar listesi dönüyordu. İş, çamaşırlar, alışveriş, temizlik, telefon görüşmeleri — bitmek bilmeyen bir döngü. Sürekli bir yerlere yetişmeye çalışıyordum, sinirleniyordum, küçük şeyler yüzünden yakınlarıma çıkışıyordum. Ve yine — oğlum kaşığı yere düşürdü. Ani bir şekilde ona sesimi yükselttim, sesim istediğimden daha sert çıktı. O durdu, bana kocaman açılmış gözlerle baktı. Ve aniden sessizce sordu: “Anne, hiç gülümsüyor musun?” Donakaldım. Ellerim suda donup kaldı ve ne cevap vereceğimi bilemedim…
— Ne? — diye tekrar sordum, içim buz keserken.
— Yani… gülümsüyor musun, — Mark ciddi bir şekilde sordu, sanki çok önemli bir şeyi soruyormuş gibi. — Sadece, senin en son gülümsediğini hatırlamıyorum.
Sesinde hiçbir suçlama yoktu. Sadece samimiyet ve çocukça bir merak. Ve bu, herhangi bir suçlamadan daha korkutucuydu. Yedi yaşındaki oğlum, beni en son ne zaman mutlu gördüğünü hatırlamıyordu.
Ellerimi sabunlu suya daldırdım ve sustum. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Çünkü haklıydı.
Son olarak ne zaman gülümsedim? Bir hafta önce mi? Bir ay? Hatırlayamadım. Tüm varoluşum bir koşuşturmacaya dönüştü — görevden göreve, gün be gün, hiç duraksamadan.
Sabah çalar saat, hızlı bir kahvaltı, oğlumu okula bırakmak, işe koşmak, bilgisayar başında sekiz saat, oğlumu almak, akşam yemeği, ödevler, temizlik, çamaşır, tekrar temizlik. Her gün böyleydi. Otomatik pilottaymış gibi yaşıyordum, işlevleri yerine getiriyordum: anne, çalışan, eş, ev hanımı.
Ama bu bitmek bilmeyen görevler listesinde kendimi kaybettim. Hissetmeyi bıraktım. Gülümsemeyi. Mutlu olmayı.
— Üzgünüm, canım, — diye fısıldadım, yanıbaşına otururken. — Anne sadece yorgun.
— Hep yorgunsun, — Mark basitçe söyledi. — Ve hep kızgınsın. Seni üzmekten korkuyorum.
Bu sözler en çok acıttı. Çocuğum beni üzmekten korkuyor. Kaşığı düşürmekten, meyve suyunu dökmekten, dört almak, bir şeyi unutmak. Çünkü anne — gergin bir tel gibi, her an kopmaya hazır.
Onu kucakladım, boğazımda gözyaşlarını hissetmeye başladım.
— Korkmanı istemiyorum. Özür dilerim.
Akşam, Mark uyuduğunda, mutfakta uzun süre oturdum. Eşim geç saate kadar çalıştı, yalnızdım. Oğlumun sözleri sürekli kafamda yankılanıyordu: “Sen hiç gülümsüyor musun?”
Gerçek bir sevinç anını hatırlamaya çalıştım. İş arkadaşlarına nazik bir gülümseme değil, aile fotoğraflarında zoraki bir gülümseme değil. Gerçek, içten bir sevinç.
Ve hatırlayamadım. Son zamanlarım tamamen görevlerin gri bir kütlesine dönüştü. Güzel şeyleri fark etmeyi bıraktım. Anların tadını çıkarmayı bıraktım. Masada birlikte oturduğumuzda bile, aklımda yarının günü vardı: ne pişireceğim, ne alacağım, kime telefon açacağım.
Burada ve şimdi yaşıyordum. Gelecek hakkında sürekli bir endişe ve mevcut durumdan memnuniyetsizlik içinde yaşıyordum.
Bu nereden geldi? Ne zaman böyle oldum?
Kendimi beş yıl önce hatırladım. Evet, zordu — küçük bir çocuk, uykusuz geceler, yorgunluk. Ama gülümsüyordum. Her küçük şeyden mutlu oluyordum: oğlumun ilk adımı, gülüşü, üçümüzün sıcak akşamları.
Ve şimdi? Şimdi her şeye sinirleniyorum. Bardak yıkamayan kocama. Ödevleri yavaş yapan oğluma. Aptal sorular soran iş arkadaşlarıma. Tüm dünyaya.
Sürekli memnuniyetsiz, yorgun bir kadına dönüştüm. Ve en kötüsü — bunu bir norm olarak kabul ettim. Düşündüm ki: “Herkes böyle yaşıyor. Bu yetişkin hayattır. Zor ama ne yapalım.”
Ama çocuğumun sorusu bu yanılsamayı yıktı. Hayır, herkes böyle yaşamıyor. Böyle yaşayan benim. Ve bu benim seçimim — mutsuz, kızgın, işine gömülmüş. Kimse beni zorlamadı.
Çevreme baktım. Lavabodaki yıkanmamış tabaklar, yerdeki oyuncaklar, raflardaki toz. Eskiden bu beni deli ederdi. Ev mükemmel olmalı! Her şey yerli yerinde olmalı!
Ama şimdi aniden düşündüm: neden? Bu kusursuz temizlik kimin umurunda? Ayda bir gelen misafirlere mi? Yoksa kendi uydurduğum standartlara uymaya çalışan bana mı?
Oğlumun mükemmel bir eve ihtiyacı yok. Mutlu bir anneye ihtiyacı var. Ona sarılan, onunla oynayan bir anne. Sürekli temizleyen, yemek yapan, küçük şeyler yüzünden bağıran bir anne değil.
Ertesi sabah bir karar verdim. Bugün farklı olacak.
Her zaman olduğu gibi her şeyi birden yapmaya, çamaşır ve temizlikle güne başlamaya atılmadım. Bunun yerine oğlumun sevdiği krep yaptım, birlikte kahvaltıya oturduk. Telefonsuz, kafamda yapılacaklar listesi olmadan. Sadece ikimiz.
Mark şaşkınlıkla bana baktı.
— Anne, neden tuhafsın?
— Tuhaf mı?
— Evet. Acele etmiyorsun. Ve… gülümsüyorsun.
Güldüm. Uzun zamandır ilk kez — içten, samimi bir şekilde.
— Sadece bugün önemli olanın işler değil, seninle biz olduğumuza karar verdim.
Gözleri parladı.
— Gerçekten mi? Sonra oynayabilir miyiz?
— Oynayabiliriz. Okuldan sonra istediğin her şeyi oynarız.
Akşam, sözümü tutup bir saat yerde oğlumla arabalar oynarken, düşündüm ki: mutluyum. Şimdi. Bu anda. Bulaşık yıkanmamış, çamaşırlar asılmamış, ev dağınık. Ama mutluyum.
Eşim işten geldi, bizi oyuncakların arasında yerde otururken gördü ve gülümsedi.
— Ne oldu?
— İşlerin önemli olmadığını hatırladım, — dedim. — Sizsiniz.
Yanıma oturdu, beni kucakladı.
— Bu halini özlemiştim. Mutlu olan seni.
— Ben de onu özlemiştim.
Tabii ki ertesi gün hayat mükemmel olmadı. İşi vardı, yorgunluk, stres. Ama her gün gülümsemek için, oğlumla oynamak için, eşimle konuşmak için, kendim için zaman ayırmaya çalıştım.
Bazen yine dayanamadım — alışkanlıklar bir günde gitmez. Ama şimdi kendimi durduruyordum, duraksıyordum, özür diliyordum.
Geçenlerde Mark dedi ki:
— Anne, şimdi sık sık gülümsüyorsun. Bunu seviyorum.
Ona sarıldım.
— O zaman sorduğun için teşekkür ederim. Bu beni değiştirdi.
Biliyor musunuz, ne anladım? Çocuklar bizi içimizde ne varsa görüyor. Bahanelerimize “yoruldum”, “işim çok” aldatmıyorlar. Sadece görüyorlar: anne mutlu mu? Ve onlar için bu, evdeki herhangi bir düzenden daha önemli.
Siz de çocuklarınızdan bir şeyler duyup hayatınızı durdurup yeniden değerlendirdiğiniz oldu mu? En son ne zaman gerçekten gülümsediniz, her şeyin iyi olduğunu taklit etmek yerine? Ne sıklıkla mükemmel bir düzen ve sonsuz işler peşinde mutluluğu kaybediyoruz?